6 Eylül 2012 Perşembe

"Homeland's sadness"


Raymond Barglow adlı bir yazarın - yazdığı dergide şöyle tanımlanıyor kim olduğu: " Raymond Barglow lives in Berkeley, and his interests range from the philosophy of biology to the history and meaning of German social democracy." -, Tikkun Magazine' de 1998 tarihinde yazdığı bir yazısından uzun bir bölüm alıntılayacağım aşağıda. Benjamin'in intiharı üzerinden Weimar kuşağı'nın içine düştüğü hayal kırıklıklarını anlatıyor yazıda. Resimlere bakıyor bir de, o dönem yapılmış resimlerdeki melankoliyi, Benjamin'in ve gerideki Almanya hikayesinin içine yerleştiriyor. Geliyor:

"...
For Walter Benjamin, a German Jewish literary critic and philosopher writing in 1940, the very notion of “historical progress” was a cruel illusion. Benjamin, age forty-eight at the time, had already lived through World War I and its aftermath. Now, in the second year of yet another war, the course of history had been commandeered by Fascism, a “catastrophe that keeps piling ruin upon ruin.” Benjamin was himself destined, several months after he wrote these words, to become one more lifeless body tossed upon the heap. In 1940, seized by authorities in Spain during his effort to escape across the Pyrenees from France, he committed suicide. But Benjamin probably did not take his own life simply because he feared being turned over to the Nazis: he had described himself as melancholic by nature, and had considered suicide earlier in his life.

In Germany in the years between the two world wars, despair affected many of Benjamin’s contemporaries too. Among them were my mother and her brother Ralph Zucker, a Jewish student of medicine in Leipzig in the 1920s. My mother and uncle were born in the first decade of this century into an upper middle-class, assimilated Jewish family in Dresden. My grandfather was a successful chemist who fought in the army for the Kaiser and returned home decorated with medals. The family was affluent, and the children well provided for materially. Yet my Uncle Ralph became desperately unhappy and killed himself in 1927.

“Melancholy” is no longer the most common way of referring to the condition of those who view life as no longer worth living. The favored term today is “depression,” considered to be a physiological condition for which a standard remedy has become a pill designed to elevate neurotransmitter activity within the confines of the brain. To be sure, biological factors may be implicated in chronic unhappiness. Depression may beset not only individuals, but sometimes entire families, thanks perhaps to a shared genetic inheritance.

But DNA is not the only way in which our lives are interwoven, for despondency and despair correlate with what goes on in the social world. When the rate of unemployment rises even a fraction of a point, the suicide rate is apt to turn upward as well. Historical circumstances can shape our lives as powerfully as the material bodies through which we live. I am thinking now of my own parents and of my Uncle Ralph, whose desperate act took place long ago in a city far removed from California, my home. In subtle ways, and along pathways that we might not have suspected, sorrow may be conveyed from one generation to the next."
Bir iki sene oluyor ben bu yazıyı okuyalı. Benjamin'in, beni tarihe ısındıran ve tarih eğitimine devam etmemi sağlayan, "yıkıntıların ucundaki tarih meleği" pasajının hikayesini araştırırken bulmuştum. O zamandan bugüne, Benjamin'in derin hüznü ve yaşam ilhamı arasındaki kişisel çatışması kaldı aklımda.

"Like Klee’s Angel, Benjamin felt caught in history’s tangle – propelled forward, yet incapable of disengaging from the past."

Bu, Benjamin'i anlatan güzel bir tanımdı. Neden yeniden aklıma geldiğine gelince, tez savunmam için hazırlanırken, teze ilk başladığım noktadaki ilhamımı düşünüp duruyorum bir süredir. Hangi yollardan geçtim bu beş yıllık doktora süresinde, onu tartarken kendi içimde, Benjamin'in tarih meleğini anmamak olmazdı...Ama ondan öte, yazıyı bir daha okurken başka bir şey daha ilgimi çekti: Kuşaktan kuşağa aktarılan hüzün.
O, Weimar Almanya'sının umutsuzluğa ve çöküşe sürüklenişinde birikmiş acının, bir sonraki kuşağa aktarılmasından bahsediyor. Daha toplumsal ve tarihsel bir acının evrilişinden bahsediyor ailesi üzerinden. Aile geldi aklıma. Ailenin ve aile tarihinin, toplumsal acıların derin olmadığı dönemlerde dahi, aile içindeki yük ve travmalarını bir sonraki kuşağa aktarmaları halini düşündüm. O tarih meleği gibi, bir yanda gözleriyle ileriye bakarken, geçmişten yüklenilmiş acıların ağırlığıyla geçmişe bağlı kalakalmış kişiler, o sonraki kuşaklar...Ailemin tarihi, ailelerin tarihi, bütün "mutlu ailelerin tarihi, bütün mutsuz ailelerin tarihi."
Bazen açıklayamadığımız bir hüzün oluyor ya; bence yıllarca önce, doğumumuzdan önce, yani bizden önce birikmiş, anlatılamamış acıların ve hatıraların, çocukken bir şekilde parçası kılındığımız, ailemizin geçmişinin, aksaklığının açıklanamayan hüznü o galiba. Güçlü,etkisi çok güçlü...
not: Bir tane daha cümle var ki; yeniden yazmak gerek: "For Benjamin, intellectual investigation is not a distancing activity; it retains much of the intimacy of a child’s engagement with the world"
Tez yabancılaşması artık neredeyse tanımlı bir hastalık. İlaçla tedavi edildiği durum da var, terapiyle de...(Tabi, böyle bir hastalık yok; ama o kadar genelleşen bir durum ki özellikle Türkiye'de, akademik hayatının başındaki insanlarda- bende de tabi-, "the intimacy of a child's engagement with the world" ne demek, sorup sorup hatırlamamız gerekiyor...sormaya sormaya artık ne soru kalıyor insanda, ne hal kalıyor...kuru kuru yazılar, çiziler. israf. )

ikinci not: "Homeland's sadness" ne güzel film olur...

edit ( 27.06.2014): Evet ve bilim anıların genetik yolla aktarılabildiğini şimdilik hayvanlar üzerinden kanıtladı. 

edit 2 (29.10.2015) : Ve insanlar üzerinden de kanıtladı!