21 Ekim 2011 Cuma

"Bolluk Ülkesi"nin minik umutları

Bugünlerde şiddetin bolluğu en çok. Hakkari Çukurca'da 26 genç asker öldürüldü yine PKK'nın bitmek bilmeyen şiddetiyle. Türkiye'nin dört bir yanından gelen gencecik çocuklar. Eş zamanlı saldırılarla...Sonra Cumhurbaşkanı ilk kez "intikam" sözünü kullandı; kara harekatı çoktan başladı Kuzey Irak'a gönderilen tabur tabur askerle. Gazeteler kapkara, sözler aynı sözler, nefret daha çok bilenmiş bir dille kendini gösteriyor sanki. BDP binalarına saldırmak istiyor göstericiler, facebookda herhangi bir haber okumak mümkün değil dilin içerdiği şiddet yüzünden. İntikam almak istiyorlar. Acının varlığı intikam duygusunu meşrulaştırıyor, insanlar, yazarak küfür ederken yalnızca PKK'den değil, Kürtler'den de hınçlarını alıyorlar sanki. Ebru'nun(Demircioğlu) yazdığı gibi, ortada en az dolaşan sözcük insan; Türk, Kürt, asker,kan, harekattan yer kalmıyor insana...

Meclisteki kapalı oturumda küfürler havada uçuştu...Sağduyu her zaman olduğu gibi yine var toplumda, hep de var oldu aslında ama ne yazık ki bu cafcaflı, hınç dolu şiddet dilinin yanında pek görünür değil. Bir Gün'ün manşeti biraz da olsa okuyanların ya da okumasa da bir şekilde görecek olanların vicdanlarına seslendi en azından...

Ne beklenir en çok? Bütün partilerin bir araya gelip, kendi ideolojik ve siyasi önceliklerini geri plana atarak bu meseleyi bir an önce çözmek için ortak bir insiyatif geliştirmeleri, hep beraber kapanmaları günlerce, silah yerine siyasetin yolunu açmak için uğraşmaları...Bu iradeyi gösterene, barış dilini hakim kılmak isteyen güçlü ve samimi bir siyasi iradeye bir süre sonra toplum da sahip çıkar; çıkmak zorunda olduğunu anlar. Toplumun yarısının oylarını almış ise bir siyasi irade, şiddetin dilini dönüştürebilecek ve yaygınlaştırabilecek, toplumu buna ikna edebilecek güce sahiptir. BDP'nin ise PKK'nın silahlı kanadı ile arasına mesafe koyabildiğini, güçlü ve bağımsız bir şekilde Kürt halkının eşit vatandaşlık hakları için mücadele ettiğini Türkiye'ye gösterebilmesi de böyle bir ortaklıktan geçer...Buna yaklaşılan zamanlar oldu; ama kaçtı fırsatlar, kimi zaman siyasetin ve şiddet taraftarlarının şahinleri fırsat vermedi, kimi zaman popülizm galip geldi, o popülizm şahinlerin üzerinden siyaset yaptı, şahinlerin yapıp ettiklerini görünür kaldı. Barış sesleri, bir arada yaşama iradesi söylemleri cılızlaştı.

Daha acı olan bir şey var. Şiddetin dilinin ve metaforlarının bir toplumun gündelik hayatının en derin dokularına varıncaya kadar nüfuz edebilmesi. Bazen renkli, boyalı bir pasta içinde...Dün dünyanın trajik absürd resimlerinin bir araya geldiği günlerden biriydi. Aslında çoğu gün öyle ama bazı günler insanın algısı, etrafında olup bitene daha çok mesafeden yaklaşabiliyor. Gündelik olan her şey saçma bir hal alıyor ya...Kanıksadığımız her şeye yabancılaştığımız o anlar ne kadar değerli aslında...Bunaltısına rağman, kayıplık hissine rağmen, daha sık olsa keşke...Sık ve gitgide artarak...Yabancılaşma, her zaman kişisel trajedinin değil, bazen de toplumsal umudun anahtarı olabilir belki o zaman. (Oyun yazarı ve yönetmen arkadaşım Ebru Nihan Celkan'ın oyunu 17.31'de bu yabancılaşma çok iyi işleniyordu. Kriz beyaz yakalıları vurduğunda işsiz kalan, plaza yerine artık günlerini evde haftaiçi televizyon seyrederek, kimi zaman dolaşarak geçiren bir adam  ilk kez haberlerde gördükleriyle başka bir ilişki geliştiriyordu. Ölen insan sayılarını not etmeye başlıyordu. Plazada çalışırken, o esnada, o gündüz oradayken, dünyada olup bitmekte olan ama kendisinin işsiz kalana kadar farkedemediklerine bir yandan şaşıyor; kendine ve çevresine tamamen yabancılaşıyordu(Benzer ve etkileyici bir yabancılaşma hikayesi Behçet Çelik'in Dünyanın Uğultusu romanında var. Bu isim zaten yeterince kuvvetli bence. Dünyayı uğultu halinde algılamak kimsenin yabancı olduğu bir şey değildir.)

Pasta hikayesine gelince...Amerika'da bir pasta show programı var. Pasta dizaynlarıyla harikalar yaratan bir grubun pasta sipariş ve yapım süreçlerini anlatıyor reality show formatıyla. Dün, tipik orta sınıf bir Amerikan ailesinin, "housewarming" partileri için sipariş verdiği pastayı yaptılar. Pastanın teması, felaket. Aile, felaket temalı bir pasta istedi. Takım, büyük bir hevesle Titanic pastası yaptı. Titanic Amerika için o kadar büyük bir popüler kültür malzemesi ki pastasının yapılmasının belki filminin yapılmasından pek farkı yoktur. Orada artık hatırlanan şey trajedi değil, trajedi olsa bile pamuk şeker formatında, Celine Dion'da ne kadar trajedi varsa, hikayede de o kadar var artık. İlginç olan, pastayı yapanın, geminin üzerine yaptığı, gemiye çarparak infilak eden uçak figürü...




Turuncu ve kırmızı şeker boyası kullanarak yapıyor alevleri...Oldukça keyifle ve yaratıcılığını sergilemekten öylesine mutlu bir şekilde yapıyor ki pastacı genç "dahi", arkasından kendi de ekliyor: "I love disasters!/Bayılırım felaketlere!"...Sonra aile geliyor sipariş verdikleri felaket temalı pastayı almaya...Sevinç çığlıkları birbirine karışıyor. Adamın karısı boynuna sarılıyor genç pastacı dahinin, Amerika'nın Zuckerberg ekolünü hatırlatan "genç, girişimci" ruhlu genç pastacı dahi, ukala bir şekilde kameraya gülümsüyor, "alıştım artık sarılmalara!" diyor...Sonra hep beraber bakıyorlar pastaya keyifle, "Oh yeah, this is a disaster!!!" diyerek, kameralara hoşçakal diyerek evlerine gidiyorlar...Bu pasta, 11 Eylül'ü yaşayan, uçakların gökdelenlere çarparak infilak etmesini, gökdelenlerden atlayan insanların, binaların yok olmasını dehşetle seyreden ve o uçağın çarpma anı hafızalarına hiç çıkmamacasına kazınan Amerika'da yenecek...Alevler boya şekerinden olunca acıtmıyor besbelli ama toplumsal hafızaya bu denli yabancılaşmak...hem de bu derece kanıksanmış ve şekerle bezenmiş bir şiddet diliyle...Bu nasıl mümkün oluyor? Bunu sormamız çok önemli. Felaket filmlerinin de bir tür pornografik işlevi var, tsunami görüntülerini izlemenin bize çok ilginç gelmesi de üzerine çok düşünülmesi gereken bir şey...Yine de en azından sinemanın dili, felaketleri konu alan filmlerde, kitsch bir şekilde de olsa acıyı hatırlatma gücüne sahip. Hafızaya hitap etme yetisi var. Ama video oyunları, genç girişimci ukala pastacılar ve orta sınıf, salt tüketici zihniyetli balık hafızalı babaların birlikte ortaya koyduğu ürün, şiddetin gündelik dil içinde kutsanmasından başka bir şey değil...

Kaddafi'nin ölüsünün görüntülerini izlediğinizde ne hissettiniz? Libya'da halkın sevinç içinde olduğu yazılıyor, gösteriliyor. Bir Bedevi oğlunun kanalizasyonda biten hayatı...Tuhaf gerçekten. Bizden sonraki kuşaklar 20.yüzyılın diktatörlüklerini incelerken bu cümleyi sık kuracaklar...Peki ya o görüntü? Çocukken siyasetle ve dünya ile en kuvvetle kurduğum ilk bağ galiba 89 yılında Çavuşesku ile karısı kurşuna dizilirken oldu. 32. Gün programında görmüştüm kurşuna dizilme anlarını. Sonra da sevinç gösterilerini halkın yaptığı...Hiç bir şey anlayamadığımı, büyük bir şaşkınlık yaşadığımı hatırlıyorum. Kaddafi'yi görünce o anı hatırladım. Kuşkusuz kendi halkına silah çeken ve halkının nice kanalizasyonlarda öldürülmesine göz yuman, bundan asla sakınmamış bir diktatördü. İçim yandı toplu mezarlara, nefret ettim halkına bunu yapan rejimden bir kez daha...Ama dün bir kez daha içim yandı Kaddafi'nin muhtemelen linç edilmiş suratını görünce. İnsanoğlunun ucubeliği de var ya, ucubeleşen sevinci ve arzuları...Şiddetle kolayca birleşen...yazık. Ne yazık ki çoğu zaman demokrasiyi kurmak için halkın yolu şiddetten geçiyor...Devlet şiddetine karşı savunurken kendini, rejimin kendilerine yönelttikleri silahlardan kendileri de yapıyorlar zamanla...Sonra o silahın nereye doğrultulacağı hiç belli olmuyor. Şiddetin üzerine kurulacak her yeni düzen, bu dipteki ucubeliğin yeniden hortlayacağı o çatlakları da barındırıyor içinde...

Fatih(Artvinli) umuttan bahsetti iki gün önce. Çukurca saldırılarından sonra ben iyice umutsuzluğa kapılmışken, ısrarla dedi ki, "Bu toplumda sağduyu da var; sakın olmadığını düşünme. Bir yerinde kalmış bir sağduyu ve birlikte yaşam arzusu var bu toplumda" dedi. Çok inanamadım. Bu günler karamsar günler yine...Ama bir yandan da hak veriyorum. Türk sinemasının son dönemdeki konuları ve sanattan da taviz vermeyen duyarlı sesi, dili örneğin, bana çok umut veriyor. Toplumsal hafızamızdaki vicdanın yerini hatırlatıyor...Aklıma, "Land of Plenty"(Bolluk Ülkesi) filmi geldi sonra. Wim Wenders'ın 2004 yapımı filmi. Leonard Cohen'in şarkısından etkilenmiş. Michele Williams ve John Diehl oynuyor. New York'da 11 Eylül sonrası psikolojiyi Vietnam'dan sonra paranoyak bir ruh haline bürünen bir dayı ve onun sağduyu sahibi, iyi yürekli yeğeni arasındaki ilişki ekseninde inceliyor. Lana(Michele Williams)'nın internette Filistin'de Arapları öldüren saldırıları izleyip umutsuzluğa kapıldığı ve dayısına 11 Eylül saldırıları olduğunda Filistin'de yapılan sevinç gösterilerinden bahsettiği sahneleri çok iyi hatırlıyorum. Uçakların gökdelenlere çarptıktan sonra bir kaç saat içinde Filistin'de yapılan sevinç gösterileri üzerinden çektiği acıyı anlatıyordu. Amerikalı olmasından ziyade insan olmakla ilgiliydi anlattığı acı, şaşkınlık ve burukluk hali. Yine de kendi varlığı bile umuttu...Film, bu umutla bitiyordu zaten...Lana'nın sorgulamasının devam etmesinin ve devam edecek olmasının yaratacağı umutla...Elimizde kalan yegane şey vicdan çoğu zaman...Bu sorgulamayı yaptıran, içi boşaltılmış bir kelime de olsa, vicdan. Haklıydı Wenders...O yüzden vicdan ve sağduyu oldukça bir yerlerde, yine de daha az korkmalı. Başka türlüsü şiddet dilinin egemenliğini kabul etmekten başka nedir ki...


   



Bunlar da sırasıyla Wim Wenders röportajı ve Cohen'in şarkısı...Wim Wenders, "film tam kalbimden, icimden gelen inanc ve hisleri yansitiyor. Bunun gibi bir film yapmak ferahlatici["It's a relief to make a film like that"] diyor...seyretmek de oyle, iyi ki yapmış...


  




ekleme (29.10.2015): Bu yazdığıma bir kaç yıl sonra geri döndüğümde yazıya başlarken eksik demiş olduğumu farkettim. Devlet şiddetini yeteri kadar sorgulamadan diğerinin anlaşılamayacağını da daha iyi yazmış olmayı isterdim. Şiddet tek tarafa mal edilebilen bir şey değil, bunu çok iyi anlamak gerekiyor bu coğrafyada bitmeyen ölümleri ve katliamları doğru anlayabilmek ve umudumuz odur ki durdurabilmek için. 







6 Ekim 2011 Perşembe

Seyyar Sahne


İşte Seyyar Sahne'nin kendini anlattığı çok güzel bir röportaj...Erdem Şenocak, Celal Mordeniz ve Nesrin Uçarlar, Seyyar Sahne platformunu, tiyatroyla olan dertlerini ve Şirince'de kuracakları medreseyi anlatıyorlar. Bu sene, Gümüşlük Akademisi'nde onlarla yaz kampına katıldığımda hem tiyatro hem insanlık adına umutlarım bir kez daha artmıştı. Güzel şeyler de oluyor...
 
                             
                               
    

3 Ekim 2011 Pazartesi

Orada bir aç var uzakta...

İstanbul'dan Somali'ye Ajda Pekkan'lı yardım konserinin afişleri düşündürücü. Pek çok örnekten sadece bir tanesi aslında. İngiliz Marksist tarihçilerden E.P.Thompson, ünlü "Moral Economy of the English Crowd" makalesinde, açlığın, modern toplumlar tarafından algılanması güç bir durum olduğundan bahsediyordu. Açlık yüzünden isyan eden toplulukları harekete geçirenin basit bir biyolojik yokluk ya da ekonomik dürtü değil; "hak" ve "adalet" talepleri olduğunu anlatmak istiyordu makalenin genelinde. Açlığın da politik ekonomi ile bağlantısını kuruyordu böylelikle.

Bizim kuşağın çocukluğunda, televizyonlarda kafasına sinek konan Afrikalı çocuk görüntülerine bakardık, üzülürdük. Acırdık. Acıma duygusunu zaten Kemalettin Tuğcu ile öğrenmiştik yeterince. O zamanlar bu tür görüntülerin, acıma duygusu ile beraber aslında o uzaklardaki sinekli çocukları zihnimizde iyice uzak bir yere attığını anlayamazdık. Yıllar geçti; Afrika'daki sinekli çocuk resimleri baki.

Somali için düzenlenen yardım kampanyalarına ihtiyaç var çok. Devletlerin beceremediklerine başka kanallardan birileri el atmazsa, kısa vadede pek çok insan ölüyor çünkü. Öte yandan, düşünmeli. Üç beş parça ekmekle, ilaçla acil durumlarda gönderilen yardımlar, minik deliklere zayıf yamalar yapmaya yarıyor sadece. Ya açlığın devamlılığına sebep olan siyasi ve ekonomik sebepler? Artık Hindistan ve Afrika'da toprağa yatırım yapıyor uluslararası tarım şirketleri. Küresel ısınma ve kaynakların azlığının büyük bir tehlike olduğunu anladılar; ama tabi ki bu farkındalığın sonuçları küresel düzende yine eşit bir şekilde dağılmayacak. Hindistan'da pek çok çiftçi borç batağında örneğin; tarım şirketlerinin ürettiği tohumlara bağlı kılındıkları için...

Aşağıdaki gibi afişler yardım toplanmasını sağlıyor olabilir. Eminim birilerinin kısa vadede kurtulmasına da etkileri vardır. Ama aynı zamanda açlığın siyasi ve ekonomik bir mesele olduğu fikrinden uzaklaştırıyorlar bizleri. Vicdanı, "hak" ve"adalet" kavramlarından ziyade, "acıma"  ile yanyana getiriyorlar. Afrikalı çocuğun kafasındaki sinek daha yıllarca orada yaşamaya devam ederken, "ah vah" lar da yavaş yavaş sessizleşerek kayboluyor zaten...David Nally'nin bir yazısı var bu hafta El Cezire'de, ben de buraya alıyorum.  


    

2 Ekim 2011 Pazar

Bizans'ın gemileri

İnsanın bir tarih eseri ya da kalıntısı karşısında ağladığı durumlardan bana birisi mi bahsetmişti, bir kitapta mı okumuştum, hatırlamıyorum. Tarihi bir mekanın içinde bulunmak, o mekanın yaşanmışlıkları üzerine düşünmek yeteri kadar etkileyici. Ama sanırım hiç bir mekanda bu denli yoğun hissetmemiştim varlık ve yokluk duygusunu...Yenikapı kazılarına gittik özel bir izinle. İçinde bulunduğum Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi daha çok arkeolog ve sanat tarihçilerinin araştırma alanlarını kapsıyor. Bu sayede alınmış bir izinle Yenikapı'daki Marmaray ve Metro kazılarına gittiğimizde, çok özel bir tarihi mekanla karşılaşacağımızı biliyordum. Ama karşımda 500-600 yıllarına ait olduğu sanılan, içi anfora dolu batık Bizans ticaret gemisini, yıkıklığına rağmen hala büyüleyici bir heybetle öylece durur bulunca ağlamak istedim. Zaman durur mu hiç; duruyor ama bazen insanda. İnsan dua etmek ve öyle bir müddet sessizce kalmak istiyor. Kendi varlığının ve tarihinin geçiciliğini hatırlıyor; zamanın bulut gibi yayıla kaybola büyüyen bir rüya olduğunu hissediyor. En azından ben, vinçlerin ve iş makinelerinin ortasında gemiyle karşı karşıya kaldığım o bir kaç dakikalık süre içerisinde böyle hissettim. Orhan Pamuk'un Kara Kitap'ında  "Boğaz'ın Suları Çekildiği Vakit" diye bir bölüm vardır. Öyle bir vakti canlandırır okuyucunun gözünde. Büyüleyicidir gerçekten, tüyleriniz diken diken olabilir o bölümü okurken. Boğaz'ın balçığının içinde kala kalmış yeşil tükenmez kalemler, Bizans'ın gemilerine karışır hayalinizde; ürperirsiniz. Bu gemi de benzer bir etkiyi yarattı bende. Hem müthiş yalnız hissettirdi kendimi dünya üzerinde; hem o kadar beraber olduğumu hissettim neolitik dönemde oralarda dolaşmış minik ayaklı insan kardeşle ve anforalarda salamura balıkla şeftali taşıyan gemiyi yanlış yükleme ile batıran Bizanslıyla...Tuhaf; gerçekten güzel bir şekilde tuhaf bir Bizans gemisine bakmak. Daha fazla bilgi isteyenler, NTV Tarih'in 32 no'lu eylül sayısına bakabilirler. Çok güzel bir tarihi analiz yok ama bu arkeoloji alanında iğneyle kuyu kazanları tanıtıyor(bizi alanda dolaştıran arkeolog ve alan sorumlusu Sırrı Çölmekçi ve gemideki anforalardan çıkan yüzlerce yıllık şeftali çekirdeğini tutmama izin veren arkeolog Barış Mirzanlı örneğin); tabi ortaya çıkan kalıntıları da özetliyor: 



 Zaman üzerine yapılmış en güzel şarkılardan birini dinlemek için uygun bir vakit bu akşam. Bir de muhteşem "Bir Zamanlar Anadolu'da" filminden bahsetmek ve böyle bir sinema dilinin varlığı ile umutlanmak, gururlanmak için. Hislerime tam anlamıyla tercüman olan, filmle ilgili çok güzel bir sinema yazısı kaleme alınmış. Yazı filmle ilgili kimi detaylardan da bahsettiği için, film izlendikten sonra okunsa daha iyi olur. Enfes bir film olduğunu düşünüyorum.




         O zaman, "Bir Zamanlar Anadolu'da" gibi filmlerin, Nurdan Gürbilek'in Dostoyevski, Kafka ve Tanpınar yazılarının Bizans gemileriyle aynı anda var olduğu bu dünya için söylesin Nina Simone...

bir de not: Çok acayip be Fatih, di mi, ne acayip dünya...