4 Aralık 2012 Salı

koşturmak


Kişinin yapabileceklerini, kendi kalbinden ve zihninden süzülüp ortaya çıkarabileceklerini düşünmeyip, o ana kadar yapılmış olana sığmaya çalışması üzücü. İçinden geçeni duymayı öğrenmek gerekiyor gerekirse yeniden, bir daha.

12 Ekim 2012 Cuma

Küf


Uzun bir zamandan sonra yeniden gazete okumaya döndüm. Doktora tezimi bitirme süreci, benim başka şeyler okumama, yazmama engel oldu bir dönem. Tabi bir de gazetelerde okuduklarımın baskısını kaldıracak durumda hissetmedim kendimi. Şimdi tez sonrası İstanbul yaşantıma geçişte, hem de artık tiyatroya ve yeni okumalara başlamaya az çok hazırlanırken, gazete sayfalarını da yavaş yavaş açıyorum. Hala gücüm yeterli değil. Müdahele edemediğin onca şeyle yüzleşip yüzleşip sonra kendi hayatına devam etme halinin iç sıkıntısı malum. Bence pek çoğumuza yabancı değil...Dün bizim BuluTiyatro'nun yeni oyunu, Ebru'nun(Ebru Nihan Celkan) yazdığı, Mirza Metin'in yönettiği "Nerde Kalmıştık'ın premiyeri vardı Şermola Performans'ta. Mutlaka izlemenizi öneririm...Bu duyguya dair çok şey bulacaksınız...






Yine de gazetede okuduklarımdan öğrendiğim bir şey var...Neyse ki iyi röportajlar, güzel insanlar da var gazete sayfalarında. Ercan Kesal, en son oynadığı film Küf ile Altın Portakal'ın en iyi oyuncu adaylarından. Film, oğlunu arayan bir babayla ilgili, Cumartesi Anneleri'nden esinlenmiş. Çok merak ediyorum. Hem filmin hikayesi önemli, hem de Kesal'ı "Bir Zamanlar Anadolu'da" filmindeki muhtar rolünde izledikten sonra, onun oyunculuğunun takipçisi olmak gerek...Kesal, oyunculuktan gelmiyor. Dolayısıyla, oyunculuk hayatına sonradan girmiş ve hala öteki işlerini yapmakta olan bir insan olarak bana verdiği ilham büyük.

Röportajdaki sorulardan biri şu:

"Eşiniz Nazan Kesal sizdeki bu oyunculuk sevdasını nasıl yorumluyor?"

Cevabı:
"Oyuncu refleksleri gösterdiğimi ve artık oyuncu olduğumu düşünüyor o. Ancak ben hâlâ profesyonel anlamda oyuncu endişesi taşımadığım kanaatindeyim. Oynamasam da hayatımda çok fazla bir şey değişmez. O yüzden rahatım. Ancak ben bir yandan da işimi yapıyorum, bir hastane işletiyorum, üniversiteye gidiyorum. Zamanı iyi değerlendirmek zorunda kaldığınızda aslında daha iyi üretiyorsunuz."

Bana iyi gelen bir cevap oldu doğrusu...Deniyorum ben de.

Merakla bekliyorum Küf'ü...

9 Ekim 2012 Salı

"Yazar olma. Yazıyor ol."


 "Don't be a writer. Be writing."

  "Yazar olma. Yazıyor ol."

    William Faulkner

  Bir de, tekrarlardan kaçın. Bunu da ben ekledim. Günaydın İstanbul. Bu sefer başlangıç, Zeynep Kamil'den...

6 Eylül 2012 Perşembe

"Homeland's sadness"


Raymond Barglow adlı bir yazarın - yazdığı dergide şöyle tanımlanıyor kim olduğu: " Raymond Barglow lives in Berkeley, and his interests range from the philosophy of biology to the history and meaning of German social democracy." -, Tikkun Magazine' de 1998 tarihinde yazdığı bir yazısından uzun bir bölüm alıntılayacağım aşağıda. Benjamin'in intiharı üzerinden Weimar kuşağı'nın içine düştüğü hayal kırıklıklarını anlatıyor yazıda. Resimlere bakıyor bir de, o dönem yapılmış resimlerdeki melankoliyi, Benjamin'in ve gerideki Almanya hikayesinin içine yerleştiriyor. Geliyor:

"...
For Walter Benjamin, a German Jewish literary critic and philosopher writing in 1940, the very notion of “historical progress” was a cruel illusion. Benjamin, age forty-eight at the time, had already lived through World War I and its aftermath. Now, in the second year of yet another war, the course of history had been commandeered by Fascism, a “catastrophe that keeps piling ruin upon ruin.” Benjamin was himself destined, several months after he wrote these words, to become one more lifeless body tossed upon the heap. In 1940, seized by authorities in Spain during his effort to escape across the Pyrenees from France, he committed suicide. But Benjamin probably did not take his own life simply because he feared being turned over to the Nazis: he had described himself as melancholic by nature, and had considered suicide earlier in his life.

In Germany in the years between the two world wars, despair affected many of Benjamin’s contemporaries too. Among them were my mother and her brother Ralph Zucker, a Jewish student of medicine in Leipzig in the 1920s. My mother and uncle were born in the first decade of this century into an upper middle-class, assimilated Jewish family in Dresden. My grandfather was a successful chemist who fought in the army for the Kaiser and returned home decorated with medals. The family was affluent, and the children well provided for materially. Yet my Uncle Ralph became desperately unhappy and killed himself in 1927.

“Melancholy” is no longer the most common way of referring to the condition of those who view life as no longer worth living. The favored term today is “depression,” considered to be a physiological condition for which a standard remedy has become a pill designed to elevate neurotransmitter activity within the confines of the brain. To be sure, biological factors may be implicated in chronic unhappiness. Depression may beset not only individuals, but sometimes entire families, thanks perhaps to a shared genetic inheritance.

But DNA is not the only way in which our lives are interwoven, for despondency and despair correlate with what goes on in the social world. When the rate of unemployment rises even a fraction of a point, the suicide rate is apt to turn upward as well. Historical circumstances can shape our lives as powerfully as the material bodies through which we live. I am thinking now of my own parents and of my Uncle Ralph, whose desperate act took place long ago in a city far removed from California, my home. In subtle ways, and along pathways that we might not have suspected, sorrow may be conveyed from one generation to the next."
Bir iki sene oluyor ben bu yazıyı okuyalı. Benjamin'in, beni tarihe ısındıran ve tarih eğitimine devam etmemi sağlayan, "yıkıntıların ucundaki tarih meleği" pasajının hikayesini araştırırken bulmuştum. O zamandan bugüne, Benjamin'in derin hüznü ve yaşam ilhamı arasındaki kişisel çatışması kaldı aklımda.

"Like Klee’s Angel, Benjamin felt caught in history’s tangle – propelled forward, yet incapable of disengaging from the past."

Bu, Benjamin'i anlatan güzel bir tanımdı. Neden yeniden aklıma geldiğine gelince, tez savunmam için hazırlanırken, teze ilk başladığım noktadaki ilhamımı düşünüp duruyorum bir süredir. Hangi yollardan geçtim bu beş yıllık doktora süresinde, onu tartarken kendi içimde, Benjamin'in tarih meleğini anmamak olmazdı...Ama ondan öte, yazıyı bir daha okurken başka bir şey daha ilgimi çekti: Kuşaktan kuşağa aktarılan hüzün.
O, Weimar Almanya'sının umutsuzluğa ve çöküşe sürüklenişinde birikmiş acının, bir sonraki kuşağa aktarılmasından bahsediyor. Daha toplumsal ve tarihsel bir acının evrilişinden bahsediyor ailesi üzerinden. Aile geldi aklıma. Ailenin ve aile tarihinin, toplumsal acıların derin olmadığı dönemlerde dahi, aile içindeki yük ve travmalarını bir sonraki kuşağa aktarmaları halini düşündüm. O tarih meleği gibi, bir yanda gözleriyle ileriye bakarken, geçmişten yüklenilmiş acıların ağırlığıyla geçmişe bağlı kalakalmış kişiler, o sonraki kuşaklar...Ailemin tarihi, ailelerin tarihi, bütün "mutlu ailelerin tarihi, bütün mutsuz ailelerin tarihi."
Bazen açıklayamadığımız bir hüzün oluyor ya; bence yıllarca önce, doğumumuzdan önce, yani bizden önce birikmiş, anlatılamamış acıların ve hatıraların, çocukken bir şekilde parçası kılındığımız, ailemizin geçmişinin, aksaklığının açıklanamayan hüznü o galiba. Güçlü,etkisi çok güçlü...
not: Bir tane daha cümle var ki; yeniden yazmak gerek: "For Benjamin, intellectual investigation is not a distancing activity; it retains much of the intimacy of a child’s engagement with the world"
Tez yabancılaşması artık neredeyse tanımlı bir hastalık. İlaçla tedavi edildiği durum da var, terapiyle de...(Tabi, böyle bir hastalık yok; ama o kadar genelleşen bir durum ki özellikle Türkiye'de, akademik hayatının başındaki insanlarda- bende de tabi-, "the intimacy of a child's engagement with the world" ne demek, sorup sorup hatırlamamız gerekiyor...sormaya sormaya artık ne soru kalıyor insanda, ne hal kalıyor...kuru kuru yazılar, çiziler. israf. )

ikinci not: "Homeland's sadness" ne güzel film olur...

edit ( 27.06.2014): Evet ve bilim anıların genetik yolla aktarılabildiğini şimdilik hayvanlar üzerinden kanıtladı. 

edit 2 (29.10.2015) : Ve insanlar üzerinden de kanıtladı!  

16 Temmuz 2012 Pazartesi

Fiona Apple

Son zamanlarda dinlediğim en güzel şarkı, en güzel sözler...Fiona Apple resmi sitesinden...Toz alerjisi, kışlık yazlık toplarken vurur benim gibileri en çok, sonra da temmuzun ortasında, gece insanda hapşıra hapşıra kışmış hissi uyandırır. kasım sonu, aralık başıymış. Genizde o melun, tatlı tat. Hasta olunası o akşamlardan biri. Bütün toz alerjisi olanlara gelsin en çok...Fiona Apple.(Thank you Lukasz:)




Yunus'un resmi

Ak Parti Van İl Başkanı'nın Erdoğan'a hediyesi, AKP kongresinde: Van depreminde ölen Yunus'un yerin altından fotoğraf makinesine baktığı son kare...Altın varaklı çerçeve içinde. Erdoğan'ın onu alışı, ikisinin pozu...Ortada Yunus. Çok yazıldı, çok çizildi. En güzel yazıyı Yıldırım Türker yazdı. Başka bi şey ekleyecek değilim. Son zamanlarda daha da sıkıldım bu ülkeden. İlham aldığım, neşe veren onca şey var, evet, görmek isteyen göze onlar da var. Ama altın varaklı Yunus portesi de var iki kallavi AKP'linin ortasında, kongrede. İnancımı kaybediyorum bazen. Bazendi. Son zamanlarda daha çok.

4 Haziran 2012 Pazartesi

Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi kimin?

İşte, Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası'nın (SES) açıklaması...Aynen alıntılıyorum:

"
15 Ekim 1924 tarihli kararname ile ToptaşıBimarhanesi’nin hastalarına tahsis edilen bu büyük ve tarihi önemi olan arazinin çeşitli gerekçeler ile bir rant kavgası ve paylaşımına feda edildiği, edileceği duyumlarını aldık almaya devam ediyoruz. Biz Bakırköy’lüler, Bakırköy’ün hastaları ve çalışanları olarak buna izin vermeyeceğiz.
Bu arazi bir tarihtir. Roma –Bizans tan Reşadiye Kışlasına ve günümüze , torunlarımız adına bize emanettir. Hastanemizin arazisinin anıtlar kurulunca sit alanı olarak belirlenmesi bu önemi daha arttırmıştır.
Çünkü, bu arazi betonlar arasında kalmışbir şehrin belki de tek akciğeridir. Sadece biz insanlara değil, yüzyıllardır burada yaşayan başka canlılara da aittir.
Çünkü, burası hastalar tarafından inşa edilmişbinası, heykeli ve Anadolunun en ücra kasabasında bilinen adı ile hastalara aittir.
Çünkü, Hastanemiz sadece Bakırköy ve çevre halkına değil hatta Türkiye’de hizmet vermiş, Psikiyatri, Nöroloji ve Nöroşirürji alanlarında yaptığı bilimsel çalışmalar ile de yurt içi ve yurt dışında ses getirmiştir. Ve muhatap alınmıştır. Bu sebepler ile bu özelliklerini geliştirerek koruması ve geleceğe taşıması hem halkımıza hemde bu alanlarda ki bilimsel çalışmalara katkı sağlayacaktır.
Çünkü bu arazi Marmara depreminde Bakırköy’lülere ve hatta Bahçelievler’ de yaşayanlara ev sahipliği yapmıştır. Olası bir depremde İstanbul’luların sığınabileceği belki de tek arazidir.
Daha önce de yeltendiler. Direndik. Kültür Merkezi kandırmacası ile AVM yapılmasına, yol ihtiyacı üzerinden. Arazinin yağmasına Bakırköy halkı ile birlikte engel olduk.
Bu arazi, bu hastane herkesindir. Buranın mülkü, tapusu, başta hastaların, çalışanların ve Bakırköy halkının olmak üzere tüm vatandaşlara aittir.
Bu yağmaya izin vermeyeceğiz. Çünkü bu oyunu daha önce gördük. Tekel’de, Sümerbank’ ta, SEK’te önce çalışanlar ve hizmet kötülendi. Sonra tek tek satıldı. Şimdi bizler sanki toplum Psikiyatrisi sistemine karşıymışız gibi kötüleniyoruz, hakarete uğruyoruz. Sonra ki adım bellidir. Arazinin yağmalanması, SEK’te, Kamu Sağlığı Merkezinde Alış VerişMerkezlerinin yükselmesi gibi.
Bu sürecin ilk adımı Kanun Hükmünde Kararname ile atılmıştır. Kamuya yani halka ait olan tüm hastaneler holdingleşecek, CEO’lar ca yönetilecek,tek amaçları kar etmek olacak, bu para hepimizin sırtından kazanılacak.
Kampüs hastaneler adı altında halka ait hastaneler Malezya, Katar,İngiltere ve Amerikan şirketlerine peşkeşçekilecektir. Bu arazilerde plazalar yükselecektir.
Hastanemizin tüm bu özellikleri ile kazanmış olduğu değerleri hem hastane çalışanlarının hemde halkımızın sahip çıkması ve koruması hayati önem taşımaktadır. Herkesi burayı korumaya davet ediyoruz."
                                                                                           
SES BAKIRKÖY ŞUBE BRSHH İŞYERİ TEMSİLCİLİĞİ

1 Haziran 2012 Cuma

Bakırköy Ormanı'nda kimler, kimler var...

Bu sabah Fatih(Artvinli) ile Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'ne geldim. Taksim yorucu, son günler artık kaldığımız araştırma merkezinde ve daha bir kaç hafta odaklanıp elimdeki tezi sonlandırmam gerek. Bakırköy'e gelmek ve güzel, ceviz masalı kütüphanesinde Fatih'in mesai saati bitene kadar çalışmak iyi olur diye düşündüm.  Doğru yapmışım. Sadece burada çalışmanın güzelliği ile ilgili değil ama; bu hastaneye gelmek bu tür pratik bir nedenin ötesinde de bana çok iyi geliyor: Burada bir yaşam kültürü var; tıpkı eski bir semt gibi. Ama dışlayıcı olanlarından değil, herkese yer olan, her kesim, sınıf, din, kültürden insanın bir arada yaşadığı bir semt. Kimsenin kimseye deli-akıllı diye bakmayı akla pek getirmediği, anca yaşama devam ettiği bir semt sanki. Başka öncelikler var, ayrımlar dışardaki gibi değil o yüzden. Ruh sağlığı hastanesi zaten pek çok başka ayrımın geçerliliğini yitirdiği bir yer; ama Bakırköy'ün bahçesinde gezerken, bu daha doğal, basitçe içselleştirilmiş bir şey sanki. Buraya çocukluğumda da sık sık gelmiş biri olarak, bunu söylemeyi kendimde hak görüyorum.  O zaman "akıl hastanesi" için farklı düşüncelerim vardı; korkardım, kaçardım, haklı sebeplerim vardı. Şimdi öyle hissetmiyorum.

Bu sabah, mesela, Fatih ile ana giriş kapısında girdik hastaneye. Her zaman, başka bir otobüsle geldiğimiz için, arka kapıdan girer, mükemmel, çam ağaçlarıyle dolu ormanından geçip varırdık H2 servisine. Bu sabah, ana kapıdan girdik ve içeri girer girmez, Düşünen Adam Heykeli'nin tam karşısındaki orman yürüyüş yolunda birbiri ardına hızla yürüyen onlarca eşofmanlı insanla karşılaştım. Kimisi hızlı hızlı yürüyor, kimisi kenarda ısınıyor, kimisi belediyenin koyduğu jimnastik aletlerinde...Her çeşit insan var. Önce, hastanenin bahçesi olması dolayısıyla hastalar mı diye düşündüm, "hastalar herhalde, sabah sporlarını yapıyorlar." Fatih, onların Bakırköy'ün insanları olduğunu, hastanenin kapladığı geniş alandaki orman dışında başka hiç bir yeşil alan kalmadığı için, sporlarını yapmaya hastane ormanına geldiklerini söyledi. Eminim, aralarında hastalar da var. Bakırköy'ün bu ormanı, tuhaf bir biçimde, hasta ile hasta olmayan arasındaki ayrımı ortadan kaldırıp, onları eşitliyor. Bahçede herkese yer var ve devletle işbirliği içindeki açgözlüler, gözlerini çok uzun zamandır Bakırköy'deki bu geniş ormanlık alana dikmiş durumdalar. Hastane, eskiden bütün ihtiyaçlarını bu ormanlık, yeşil alandan, bahçelerden karşılarmış...Tarım yapılırmış burada.

Dün, İstanbul'un yeniden yapılanmasını ve bunun doğal ve insan hayatı ile hakkı üzerindeki yıkıcı etkisini anlatan harika yapılmış Ekümenopolis belgeselini izledikten sonra, bir de Bakırköy'ün ormanı da elden giderse neler olabileceğini düşündüm. Burası, hastasıyla, doktoruyla, hemşiresiyle, çalışanıyla, ormanında koşanıyla koca bir dünya...Nefes aldırıyor burada kalan hastalara; burada bir hastane kültürü var ve o hastane kültürü, ardı ardına açılan apartmanlardaki özel hastanelerde pek bulunacak cinsten bir şey değil. Yıktıklarına, yarın muhtaç kalıyor insanoğlu. Bunu henüz bilmiyor.

8 Mayıs 2012 Salı

Zincire Vurulmuş Prometheus

"Korobaşı: Daha büyük başka suçların olsa gerek.
 Prometheus: Evet, ölüm kaygısından da kurtardım ölümlüleri.
 Korobaşı: Nasıl bir deva buldun bu derde karşı?
 Promethus: Kör umutlar saldım içlerine.
 Korobaşı: Yaman bir destek vermişin insanlara!"

Bach, Vivaldi, Hansgerd ve ölen eşi

Cumartesi günü, Hamburg'dan gelen bir grup genç müzisyen, Bach ve Vivaldi konseri verdiler Saint Antoine kilisesi'nde. Haberim yoktu konserden; yolda, bizim Koç araştırma merkezine geri dönerken, orada eylülden beri birlikte yaşadığım arkadaşlarımdan Hansgerd ile karşılaştım. Saat 20.30 civarıydı, Hansgerd konsere gidiyordu kiliseye, yine güzel giyinmişti. Ben de ona eşlik ettim. Beraber girdik kiliseye.

Hansgerd Hellenkemper 70'li yaşlarında. Çok büyük bir Alman Bizans tarihçisi ve emekli Alman Arkeoloji müzesi müdürü. İstanbul'un eski yazlık Bizans saraylarını çalışmak için burada. Antakya ve Sinop'ta yaptığımız gezilerde, onun Bizans ve Roma üzerine olan derin bilgisini ve bu bilgiyi aktarma biçimini çok takdir ettim. Ona gerçekten büyük hayranlık duydum.

Ama ona hayranlık duymamı sağlayan, sadece bilgi birikimi değil. Hayata bakış biçimini hiç konuşmadık. Ama üzerine uzunca konuşmasak da, onun baktığı yeri görebiliyorum ve gördüğüm şeyden büyük mutluluk duyuyorum. Hayatla olan tatlı ve ironik anlaşmasını sezebiliyorum. Gözlerinin içinden, pişmanlıktan ziyade attığı her adımı seçerek ve sonuçlarına katlanarak, çoğu kez de keyif alarak yapmış olduğunu görebiliyorum. Hansgerd, çok hoş kokan, güzel giyinen, çok gülümseyen, çok kibar ve iyi kalpli bir centilmen...Ona, konserde eşlik etmek çok hoşuma gitti. Hatta, çok dürüstçe söylemem gerekirse, onun gençliğinde birlikte dansa gitmek için teklifte bulunduğu bir kız olmak isterdim. Mutlaka kabul ederdim.

Genç müzisyenler-lise öğrencisiydiler sanırım-  çok güzel çaldılar; sıradan, ama güzeldi. Vivaldi'nin summer alegro'sunu bile çaldılar. Uzun zamandır  dinlememiştim...Aklıma Floransa sokakları gelip durdu. Dört yıl boyunca, kapıları açık kiliselerin önünden kimi zaman bisikletimle, kimi zaman yürüyerek geçerken, içerden gelen müziğe kayıtsız kalamayıp, nasıl dakikalarca dinlediğimi, kimi zaman içeri girip, sonuna kadar orada kaldığımı anımsadım. O hallerime ve o sokaklara götürdü beni müzik. Anlaşılan Hansgerd'i de aynı yerlere götürmüş. On üç yıl önce ölen eşi ile İtalya'da, aynı şekilde, kiliselerin kapısından sızan müziği dinlerlermiş onlar da...Hansgerd, o günleri hatırlamış; aynı anda aynı yerlerde, kafamızda o sokaklar gezmişiz meğer Hansgerd'le. Hansgerd'in kolunda, ölen eşi, benim kolumda bisikletim...Karşılaştık mı, bilmiyorum. O an konserde yanyana oturuyorduk da, belki Floransa'da, San Marco meydanına çıkan sokaktaki kilisenin kapısında da o, eşi ve ben yanyana, gülümseyerek durduk bir süre...Aynı anda, kimbilir...Konserden erken ayrıldı Hansgerd.

Hansgerd'in bir Nora'sı var şimdi. Yunanistan'da, Yunan. Çok tatlı bir kadın. İstiklal caddesi'nde elele gezerlerken gördüm hep onları Nora buradayken. Nora, yaşlı annesine bakıyor Yunanistan'da; o yüzden sık gelemiyor İstanbul'a. Hansgerd'i çok sevdiği belli, Hansgerd'in de onu...Hansgerd belli ki, ölen eşini de çok seviyordu. Belli ki, onunla, o sokaklarda öylece gezmiş olduğu ve kiliselerden sızan Bach'ların, Vivaldi'lerin eşliğinde, ona sarılmış olduğu bir hayat yaşadığı için iyi hissetti kendini yine de. Ben de Hansgerd'in hikayesini dinlediğim için iyi hissettim kendimi. O, benim blogumu bilmiyor ama ben bu centilmen delikanlıya o gece beraber dinlediğimiz bir parçayı armağan ediyorum içimden...


3 Mart 2012 Cumartesi

Çok güzel bloglar...

Hala blogu düzenli yazıp, sabah çayını demlediğim, ah bi de şöyle dükkan camınını buğulandırdığım bir yer haline getiremedim. Floransa'dan bir euro'ya aldığım o bir sürü ince çizgisiz defterlerimle aramdaki bağ beni tutuyor biraz. Onlar çok yalnız kalıyor sanki; onlar da sanki okunacak kitap listeleriyle, binbir farklı isim ve binbir farklı güzel dünya şey'leriyle dolup taşmak istiyor. Hadi bir tanesi Osmanlıca kelime defterim; özene bezene ve gururla tutuyorum kendisini...Hadi, bir tanesine sağda solda duyduğum kitap isimleri ve bazı beğendiğim cümleleri yazıyorum...Diğer yeşil olan neyse ki bitmek üzere; o yeteri kadar yaşadı benimle Floransa'da. Ama daha iki tane var ve nasıl da seviyorum o incecik, güzel defterleri...İnsan beyninin kafasındaki bilgi ve şey'leri kategorize etme oranı yüksek, biliyorum. Yani, pek ala şöyle yapabilirim: a cinsinden olanları kırmızı deftere, b cinsinden olanları yeşil deftere, sevdiğin ve hakkında yazmak istediğin kitap, film vesaireyi bloga...böl...de..ben hiç böyle yapamadım şimdiye dek. O yüzden galiba hepsine aynı anda kucak açmaya devam etmem gerekecek...Çok çocuklu gibi, defterlerle ve bloglarla bir arada yaşanabilir pekala belki de...Ne güzel olur! Bu sefer de ama aklıma yine o Gündüz Vassaf yazısı geliyor, büyük harflerle ELEKTROMANYETIK RADYASYOOOOONNNNN....kelimesi yankılanıyor böyle kulağımda, gözüm kocaman açılıyor. Gündüz Vassaf 2007 yılında yazdığı şu paragrafı...:

"Bilgisayarımızın aniden çökmesini, içindeki bilgilerin yok olmasını yaşamamış bile olsak, bir yakınımızın bu durumla karşılaştığına tanığızdır. Korkum, elektronik dijital ortamlarda saklanan bilgilerimizin adını koyamadığım bir tür elektro-manyetik radyasyonla!!!!!!!!!(BENİM VURGUM!!!),dünyadaki tüm bilgi saklama sistemlerinin çökebileceği" ...brrrrrr...

...İşte, evet bu paragrafı 2012 geldiğinde bi daha yayınladı köşesinde...Daha güçlü argümanlarla!  İşte linki. Tabi internet ve bilgisayar farklı. Artık hiç bir bilgimiz kaybolmuyor; dijital tanrıların elinde her şeyimiz ve Google, bu çağın Zeus'u; ama zira gerektiğinde bütün yazışmalarımızı kullanabilmek üzere bize de sadece "evet" diyebildiğimiz bir darbe anayasası sunarcasına, onaylattı yakında...Ama bana ne fayda. Onlar işin güvenlik derdindeler...Benim derdim başka. Tarih insanıyım, tarih sever, tarih okur, tarihten keşke para da kazanır akademik insanı olmak üzereyim tezi vermem itibariyle, çok seviyorum geriye kalan ve bizden bağımsız devam eden hikayemizi...Bizim oyunun yazar-yönetmeni Ebru Nihan Celkan'ın oyun karakterleri ve oyunların kendisi için dediği gibi, bizden çıkıp paylaştığımız şeylerin artık ayrı bir serüveni oluyor ya hayatta, ben bayılıyorum ona...İstiyorum ki bu sesler yokolmasın, herkesin istediğini ben  de istiyorum işte. Gündüz Vassaf'ın endişesini paylaştığım, bi de Yaşar Kemal'in evine gidip de o güzelim sarı saman kağıtlarını ve onlarca ucu açılı kurşun kalemlerini gördüğüm, o görüntü hafızama kazınmış olduğu için de  
blogumu, kahve-elde-yazılan-kültür-sanat-bilimum-güncesi'ne dönüştüremiyorum. Bu süreçten ne çıkacak, görücez:)

Ama ben dönüştüremiyorum diye herkes mi dönüştüremiyor yani; değil elbet. Zaten bugün de o güzelim blogları paylaşmak için yazıyorum. Biri zaten gazeteci arkadaşımYenal Bilgici'nin müthiş tatlı üslupla yazdığı Eski Usül. Bir diğeri Eski Usül'den dolanıp bulduğum,  yine gazeteci Burcu Ayaz'ın Beyazkadın Çatal Dilli, ve Beyazkadınçataldilliden dolanarak bulduğum Koltukname. Burcu Ayaz'ın yaptğı güzel şey, bizde iz bırakan kitapları ve onların kahramanlarını müzik diliyle anlatmak...Kitap ve ona dair bir playlist, muhteşem! Koltukname de dünyada bunu yapan sitelere örnekler vermiş; çok ilginç listeler çıkıyor ortaya ve bence çok eğlenceli...

Bu arkadaşların dükkanlarının buğusu çok güzel; ben de bu tür güzelliklerin bir parçası olmak ve takip edebilmek adına blog dünyasında kalmaya devam etmek istiyorum gittiği yere kadar...
hadi iyi geceler benim blogumu bilen bir kaç arkadaşım:), yarın pazar, oyun günü, yatma vakti...

9 Şubat 2012 Perşembe

The Artist

 

 Öyle filmler, şiirler, oyunlar, kitaplar vardır ki hangi vakitte olursanız olun, başka şeylerden ne kadar sıkılmış olursanız olun; sizi tam da "işte burası, tam da burası" dediğiniz yere getirir bırakıverirler. "The Artist"i izlemeden önce Türkiye heyulasıyla yoğun bir hafta geçirdim. Türkiye üzerine düşünmek, üzülmek ve çözüm aramak ve umuda ve umutsuzluğa kapılmak bizim nesle kalan miras işte. Bizim de hala uğruna savaşacak değerlerimiz var ama umudumuz uçuşkan, kaçışkan...Cehalet ve kibir ve dahası yazık değerlerin galip gelir gibi yaptığı bu zamanlarda döndüm ülkeme...bol uçaklı, bol denizli, bol yolculuklu düşüncelerin, hayaller arasından...kafamdaki sinemaları da taşıdım kaybetmekten deli gibi korkarak; via perry mason dükkanını da bu yüzden açmaya kalktım ya çok uğrayamasam da...çünkü, geçenlerde çok sevdiğim arkadaşım Yenal'ın(Bilgici) Tanpınar'a atıfla yazdığı gibi, "bu ülke, içinde yaşayanlara, kendisinden başka bir şeyle ilgilenme imkanı vermiyor." Bu kıskacın içinde yorulmaktan korktum ben de. Doğru çünkü, Türkiye zor...İnsanın içindeki sükuneti vakumluyor mu bana mı öyle geliyor, bilmiyorum. Ya da şu günlerde her taraftan bir bunalım havası sezdiğim için mi...Ama var bi tuhaflık.

  O yüzden "The Artist" gibi filmler iyi ki var...İnsanın içinde başka gündemlerin ağırlığından dibe itilmiş sinemaları çekip çıkarıyor; diyor ki, onlara yer aç, "make way for the young." Jean Dujardin'in oyunculuğunun da olduğu bir dünya burası. Güzel de yani aynı zamanda:) Bundan ala bir sessiz sinema dönemine armağan filmi düşünemiyorum. İstiklal caddesinde lapa lapa kar yağarken izledik; aklıma bir yandan Bursa'ya bağlı olan yerel kanalda(Olay Tv) sürekli gösterilen Sinatra'lı, bol danslı filmleri getirdi. Jean Dujardin muhteşem oyunculuğunun dışında, öyle içten gelerek dans ediyor ki, film bittiğinde dayanamayıp alkışladık, zaten bir kaç kişiydik gece seansında, fena kaçmadı:)

  Velhasıl insan zihninde yer açmalı; dünya geniş, okuyacak, görecek çok şey var, güzel güzel ama, sakin sakin...        

 fotoğraf: Indiewire sitesinden.

25 Ocak 2012 Çarşamba

Sen mi geldin Leonard?:)


"Seviyorum Leonard'la konusmayi, sporcu adam, hem de coban, tembel picin teki, smokininin icinde yasayan...Inansin istiyorum, yok bir yuku sirtinda, yok herhangi bir vizyona da ihtiyaci...seviyorum Leonard'la konusmayi..."


Leonard Cohen'in yillar sonraki yeni studyo albumu "Old Ideas" yolda!   





GOING HOME
Leonard Cohen

I love to speak with Leonard
He’s a sportsman and a shepherd
He’s a lazy bastard
Living in a suit

But he does say what I tell him
Even though it isn’t welcome
He will never have the freedom
To refuse

He will speak these words of wisdom
Like a sage, a man of vision
Though he knows he’s really nothing
But the brief elaboration of a tube

Going home
Without my sorrow
Going home
Sometime tomorrow
To where it’s better
Than before

Going home
Without my burden
Going home
Behind the curtain
Going home
Without the costume
That I wore

He wants to write a love song
An anthem of forgiving
A manual for living with defeat
A cry above the suffering
A sacrifice recovering
But that isn’t what I want him to complete

I want to make him certain
That he doesn’t have a burden
That he doesn’t need a vision
That he only has permission
To do my instant bidding
That is to SAY what I have told him
To repeat


Bir kaç ayın ardından

Uzun zamandır büyük hevesle başladığım bloguma yazamadım. "Araya hayat girdi" diyeceğim ben de, kolayına kaçmış olacağım ama o zaman da:) Araya güzel şeyler girdi aslında. Hakkında daha uzun yazılması gereken şeyler...Ekim'de sevgili arkadaşım Ebru Nihan Celkan'ın kurduğu BuluTiyatro ismi altında, Ebru'nun 2008 yılında yayınlanan oyunu "Tetikçi"nin provalarına başladık. Çok güzel bir ekip oldu. 8 Ocak'ta premier yaptık Beyoğlu İkincikat'ta ve iki gün önce 5. oyunumuzu tamamlamış olduk.Şimdi Ebru'nın dediği gibi oyunumuzun kendi serüveni başladı. Rakel Dink'in söylediği "bir bebekten katil yaratan karanlığı sorgulamak" cümlesinden yola çıktık..O bebekler artık o karanlığın yaratıcısı baş yaratıcısı olacak büyük abilere dönüştüler...Büyük abiler ise özgür ve rahat, en son Erhan Tuncel de eklendi yanlarına. Hrant Dink davası sonuçlandı. "Hiç bir örgüt bağlantısına rastlanılmayarak"! Ocak ayı, siyasi cinayetlerimizin gitgide ağır bir yük haline getirdiği bir utanç ve sıkıntı atmosferiyle geçmekte bu sene de...

Kararlıyım ama. Güzel insanların güzel seslerini duyuyoruz her yerde hala...Yakın dostlarımdan uzaklarda hiç tanımadığım onca insana dek...Onlara da her gün bir yenisi ekleniyor; herkes birbirine öyle ihtiyaç duyuyor ki... "Tetikçi" umarım küçük de olsa bir ses, bir nefes olacak bize önümüzdeki bir kaç ay için...Yolculuğun gerisini de zaman gösterecek.






Bu arada, önümüzdeki sonbahar İstanbul muhteşem bir film festivaline hazırlanıyor üç günlük: Stigma karşıtı ruh sağlığı filmleri festivali. Şahap Erkoç, Fulya Kardeş ve Fatih Artvinli'nin film festivali proje önerisi, hem psikiyatride hem de her türlü toplumsal alanda hastaları damgalayan anlayışa dikkat çekmek için yapılan yarışmada birinci oldu. İple çekiyorum!